”Çıkmıyor nefesim, kısıldı sesim, kendimi kimseye anlatamadım. Şaşırmış kalmışım bin türlü dertle, boynumu bükerek yaşadım ben de, derdimi kimseye anlatamadım. Çektiğim çileyi en yakın dosta anlatmak istedim anlatamadım” demiş Müslüm Baba.
“Anlamak masraflı iştir; emek ister, gayret ister, samimiyet ister. Yanlış anlamak kolaydır oysa. Biraz kötü niyet, biraz da yetersizlik kâfidir” diyerek durumu özetlemiş aslında Sezai Karakoç.
Gazeteciler olarak da en büyük derdimiz bu aslında, anlaşılamamak… Bir tarafta gördüğün yanlışlıkları niye yazmıyorsun diye suçlanmak, diğer tarafta da yazdığın için suçlanmak.
Yazdığımız olumsuzluklara karşı “bana iftira atıyor” suçlaması yapan kişinin, karşı karşıya gelince de “yaptım ama bir sor niye yaptım” savunmaları…
“Yazma demiyoruz, yaz ama karşı cenahın yanlışlıklarını yaz, bizimkileri yazıp da aramızda nifak çıkarma” şeklinde nasihatler. Görüyorum, duyuyorum, biliyorum ama “O” bizden mantığı…
Ve bir de “Bunları yazmak için uygun zaman kollasaydın; ayağına kurşun sıkıyorsun, olumsuzluklarını yazdığın kişi şu an çok güçlü, yarın düşmeye yakın yazarsın, bir tekme de sen vurursun” mantığı…
ANLAMAK, SORUNLA YÜZLEŞMEYİ GEREKTİRİR
Beni son zamanlarda en çok yıpratan ve şaşırtan şey bu oldu sanırım. Yazılarımda nazik bir dil kullanmama ve yapıcı eleştirilerde bulunmama rağmen bazıları neden söylediklerimi anlamaya, aktardıklarımı görmeye yanaşmaz?
Aslında bunun çok basit bir açıklaması var: Anlamak işlerine gelmez, anlarlarsa, çözüm üretmeleri ve değişmeleri gerekir, anlarlarsa, konu ile ilgili kendilerini kötü hissedebilirler…
Anladığını göstermek, ihtiyaçla ya da sorunla yüzleşmeyi doğurur. Çoğu insan bu yüzleşmeyle hazır olmadığını düşündüğü için anlamak istemez.
İLETİŞİM İÇİN ANLAŞILMAK TEMEL UNSUR
Anlaşılmak keyifli bir duygudur aslında. Duygudaşlık ve fikirdaşlık oluşturur. İnsanı birbirine ısındırır, yakınlaştırır. İnsan anlaşıldığı kişileri daha çok arar, yanında olmak ister, çekici bulur.
İletişim ve sağlıklı ilişkiler için anlaşılmak temel unsurdur. Anlamak ile ilgili direncimizle yüzleşmeli ve anlaşılmanın onaylanmak olmadığını bilmeliyiz. Anlaşılmak için ikna etmeye başvurmadan doğal bir süreç içinde bu durumun oluşmasını zor da olsa kabul etmeliyiz.
YANLIŞLARI SÖYLEMEK SADECE GAZETECİLERİN GÖREVİ DEĞİL
Gazeteciler olarak işimiz çok zor vesselam… Herkes kendi istikbalinin ve maddi kazancının peşinde, yanlışlıkları dile getirmek sadece gazetecilerin görevi gibi görülüyor, suçlanıyor.
En ufak bir sıkıntıda; memurlar sürgüne uğrarım, koltuğumdan olurum diye ses çıkaramazken, ticaret erbabı da kazancımdan olurum, devletten iş alamam korkusunu yaşıyor.
Bu duygu en muhafazakar bildiğimiz insanlarda bile var; halbuki Allah, Hud Suresi’nde “Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın” diyerek rızka kefil olmuyor mu?
Hz. Ömer’in halife iken “Benim yanlış yaptığımı görürseniz ne yaparsınız?” sorusuna, “Seni kılıcımızla düzeltiriz ey Ömer” diye cevap veren sahabeden, idarecinin her yanlışını “aslında onun niyeti farklı, yanlış anlaşıldı” diyerek tevil etmeye çalışan bir duruma geldik.
Diğer tarafta da idareciler, mahiyetindeki çalışanlarının ve çalıştığı kişilerin rızkıyla ve istikbaliyle oynayarak bir anlamda firavunlaştıklarının farkına varamıyorlar mı?
KABAHATİ SÖYLENMEYEN KİŞİ, KABAHATİNİ HÜNER ZANNEDİYOR
Cesaret gösterip, gördüğümüz yanlışlıkları yazdığımızda; yanlışı yapan kişi etrafa “bana iftira atıyor” deyip işin içinden kolayca sıyrılıyor, kimse de bunu sorgulama ihtiyacı bile duymuyor.
Yazıya muhatap kişiyle yüz yüze geldiğimizde de; yazdıklarımızı inkar edememe ve “Yaptık ama bir sor niye yaptık” savunmaları ve her maddeye kılıf arama…
Sorgulamadan vazgeçtik, birçok kişi basireti bağlanıp kör olmuşcasına “kralım sen çok yaşa” moduna giriyor ve bize iki küfür de onlar ediyor. Sadi’nin dediği gibi “Kişiye hatası söylenmezse, kabahatini hüner zanneder” durumu gerçekleşiyor.
Aynı kişiler bizi gördüklerinde de büyük bir mahcubiyetle “doğrusunu söylemek gerekirse senin yazdıklarının hepsi doğru ama…” diyebiliyorlar…
YAZACAKSAN SADECE KARŞI CENAHIN YANLIŞLARINI YAZ
Bir sıkıntımız da “Sana yazma demiyoruz, yaz ama sadece karşı tarafın yanlışlarını yaz, bizim tarafın yanlışlarına kör ol” tavrı. “Yazdıkların camiamızda nifaka sebep oluyor” da işin güzellemesi…
Ne kadar zor ve veballi bir durum ya; sürekli karşı tarafı eleştirmek ve kendi camiasının yanlışlarını görmemek, görüp eleştirmemek ve hatta yanlışı tevil edip bilakis savunmak…
Bir yanlıştan ötürü bir cenahı eleştirdiğinde, “senin cenahın da şurada aynı hatayı yapıyor, hatta daha büyüğünü” suçlamasıyla karşılaşmak. “Sen benim yanlışımı görme, ben de seninkini” modu…
ŞİMDİ YAZMAYACAKSAK NE ZAMAN YAZACAĞIZ?
Ve yine bir sıkıntımız da; “Yazdıklarının hepsi doğru ama yazdığın dönem yanlış, yazdığın şahsiyet çok güçlü, bu yazdıklarınla kendi ayağına sıkıyorsun” modu, en çok da yakın dostlarımızın tutumu.
Yanlışı gördüğümüzde yazmayacaksak ne zaman yazacağız, adam ölünce ya da görevden alınınca mı yazacağız anı olarak, o zaman yazmanın kime ne faydası olacak?..
Önüme birçok imkan çıkmasına rağmen memur olmadığıma binlerce kere şükrediyorum. Peygamber Efendimizin “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” sözü çok daha anlamlı hale geliyor benim için.
EĞRİYE EĞRİ, DOĞRUYA DOĞRU
Eğer ortada yanlış ve usûlsüz bir durum varsa, bunu yapanın hangi cenahtan olduğunun hiç bir önemi olmamalı, bağlı bulunduğu cenah ve işgal ettiği makam yanlışa zırh olmamalı.
Yanlışa yanlış diyebilip eleştirirken, doğruyu, güzeli görmemek, hatta basitleştirip çirkinleştirmek de çok kötü bir hastalık. Yiğidi öldür ama hakkını ver durumu…